Ümmî’ Kavramı ve Fıtrata Dönüş

mecca-109852_640

İnsan, toplumsal bir çevrenin içine doğar ve bu çevrenin diliyle, kültürüyle ve normlarıyla şekillenir. Ancak bu şekilleniş, her zaman olumlu bir gelişim anlamına gelmez. Zamanla toplum, bireyi kendi standartlarına çeker, onu ayartır ve doğuştan getirdiği saf, özgün doğasından uzaklaştırabilir. Bu noktada, “kökene dönüş” bir ideal olarak belirir; yozlaşmış toplumsal kalıplardan sıyrılarak insanın özüne, yani fıtratına dönme çabasıdır. Hz. Peygamber’e atfedilen “ümmîlik” sıfatı, bu derin ve dönüştürücü yolculuğun anahtar kavramı olarak karşımıza çıkar.

“Ümmî” Sıfatını Yeniden Anlamlandırmak

Geleneksel olarak “ümmî” kelimesi, “okuma yazma bilmeyen” şeklinde dar bir alana hapsedilmiştir. Ancak bu tanım, hem kelimenin semantik zenginliğini hem de atfedildiği bağlamı göz ardı eder. Kur’an-ı Kerim, sadece Hz. Peygamber’i değil, içinde yaşadığı Arap toplumunu da “ümmî” olarak niteler. Bu, o toplumun bütünüyle cahil veya kültürsüz olduğu anlamına gelmez; aksine şiirde, sanatta ve ticarette gelişmiş bir yapıya sahiptiler.

Öyleyse ümmîliğin daha derin bir anlamı olmalıdır. İlk olarak, tarihsel bağlamda “ümmî toplum”, kendilerine daha önce bir peygamber gönderilmemiş, ilahi bir uyarıcı tarafından eğitilmemiş bir toplumu ifade eder. Bu anlamda Hz. Peygamber de bu toplumun bir ferdi olarak ümmîdir.

Ancak asıl dönüştürücü anlam, felsefi ve manevi boyutta yatar. “Ümmî”, kelime kökeni itibarıyla “anneye ait” demektir. Tıpkı bir bebeğin annesinden doğduğu andaki saflığı, temizliği ve lekelenmemiş doğası gibi, ümmîlik de bu bozulmamış “fıtrat ayarlarına” işaret eder. Bu açıdan bakıldığında Hz. Peygamber, değerleri eğrilmiş (ivec), içe çökmüş ve kaosa sürüklenen bir toplumu yeniden ayağa kaldıran, onları özlerindeki iyiliğe döndüren bir “fıtrat operatörüdür”. Onun görevi, bir nevi “ümmîlik operasyonu” ile insanları toplumsal yozlaşmanın esaretinden kurtarıp özgürleştirmektir.

Fıtratın Bozulması ve Toplumsal Esaret

Meşhur bir hadiste belirtildiği gibi, “Her çocuk fıtrat üzere doğar.” Bu safiyet, çocuk bir dilin ve kültürün hakim olduğu toplumsal ortama girene kadar devam eder. O andan itibaren kolektif kimlik, bireyi şekillendirmeye ve çoğu zaman da bozmaya başlar. Toplumun normları, farkında olmadan bireyin ayarlarını değiştirir, onu kendi kötü standartlarının bir parçası yapar.

Bu noktada kökene dönüş, yani ümmîleşme, bir lüks değil, bir zorunluluk haline gelir. Bu, toplumun dayattığı ve insan onurunu zedeleyen her şeye karşı onurlu bir duruş sergilemektir. Bu duruş, evrensel ve temel insani değerlere dayanır. Başkasının hakkına tecavüz etmenin, adaletsizliğin ve zulmün kötü olduğunu anlamak için ilahi bir buyruğa ihtiyaç yoktur; bu, insanın vicdanında zaten kodludur. Ümmîliğe çağrı, işte bu temel ve evrensel ahlaki bilince geri dönme çağrısıdır.

Adaletin Temeli: Önce Doymak, Sonra Ahlak

Fıtrata dönüş ideali, soyut bir felsefe olarak kalamaz; toplumsal ve maddi şartlarla doğrudan ilişkilidir. Bertolt Brecht’in deyişiyle, “Önce tıkınmak gelir, sonra ahlak.” İnsanların karnını doyurmadan, onlara ekonomik bağımsızlık ve mülkiyet güvencesi sağlamadan ahlaki ve hukuki buyruklar yağdırmanın bir anlamı yoktur. Hz. Ömer’in kıtlık zamanında hırsızlık cezasını askıya alması, bu ilkenin en somut tarihsel örneğidir. Bu, yöneticinin insafını ve bir toplumun adalet anlayışının temelini gösterir: İnsanları suça iten toplumsal koşullar göz ardı edilemez.

Bir toplumda cezaların ağırlığı, o toplumun gelişmişliğinin değil, geri kalmışlığının bir göstergesidir. Çünkü ağır cezalar, suçun kökünü kurutmak yerine, insanların suça ne kadar eğilimli olduğunu ve sistemin onları caydırmak için ne kadar çaresiz kaldığını ortaya koyar. İdeal olan, kimsenin suç işlemeye ihtiyaç duymadığı, refahın ve adaletin hakim olduğu bir yapı inşa etmektir. Suçun tarlası olan toplumsal yapıyı düzeltmeden, sadece suçluyu cezalandırmak eksik bir yaklaşımdır.

Mekanik Hukuktan Vicdani Yargıya

Adalet, sadece kanun maddelerinin mekanik bir şekilde uygulanması değildir. Eğer öyle olsaydı, kürsülere yapay zekâ ile donatılmış, asla hata yapmayan, morali bozulmayan robotlar oturtulabilirdi. Ancak insanlığın bir hakimden beklentisi, kanıtları ve yasaları bilmesinin ötesinde, bir “vicdana” sahip olmasıdır.

Adil bir yargı sistemi, merhametle harmanlanmış olmalıdır. Yargıç, karar verirken suçun işlendiği toplumsal zemini, bireyi o eyleme iten çaresizlikleri ve koşulları dikkate almalıdır. Verilen cezalar, sadece suçla orantılı değil, aynı zamanda rehabilite edici olmalıdır. Çünkü ümmîliğin temel prensibi cezalandırmak değil, onarmak ve fıtrata geri döndürmektir.

Sonuç olarak, Hz. Peygamber’in “ümmîlik” vasfı, okuma yazma bilmemek gibi bir eksikliği değil, tam aksine, bozulmuş insanı ve toplumu özüne döndürebilen muazzam bir manevi gücü ifade eder. Bu, her dönemde geçerli bir çağrıdır: Bireyi esir alan sahte normlardan koparak, adaletin, merhametin ve insan onurunun temel alındığı evrensel “kökene” dönme çağrısıdır. Bu dönüş, hem kişisel bir arınma hem de daha adil bir toplum inşa etmenin vazgeçilmez yoludur.

Paylaş

İstanbul Okulu

İstanbul Okulu

İstanbul Okulu; dinî ve felsefî pek çok meseleyi uzman konuklarla ele almayı hedefleyen yepyeni bir YouTube kanalıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Kategoriler

Görüş ve önerileriniz için bizimle iletişime geçebilirsiniz.