Ne Eksik Ne Fazla : Din

quran-4178711_640

Modern insan, son iki yüz yıldır adeta bir makinenin dişlisi gibi yaşadığı, kapitalist üretim-tüketim döngüsünün esiri olduğu bir çağda nefes alıp veriyor. Bu mekanik ve robotik varoluş içinde, sabahın erken saatlerinden akşamın geç vakitlerine kadar kurulu bir düzenin işlemesi için çabalıyor. Peki, ruhsuzlaşan bu dünyaya anlam katacak, bu mekanik sisteme bir “ruh” üfleyecek olan nedir? 21. yüzyıl insanı, yaşamında dine neden bir yer açmalı ve bu kadim olgu, onun hangi eksiğini tamamlayabilir? Bu sorunun cevabı, dinin gerçek işlevinde saklıdır: insan yaşamındaki eksiklikleri tamamlamak ve dine sonradan eklenen fazlalıklardan arındırmak.

Bu yaklaşımın temelinde, ilahî bir koruma ve gözetim fikri yatar. Kutsal metinlerde geçen “Müheymin” sıfatı, bu fikri mükemmel bir şekilde özetler. Kelimenin kökü olan “heymene”, bir ana kuşun, yavrularını yırtıcılardan korumak için yuvasının üzerinde sürekli uçarak yaptığı gözetim ve koruma eylemini ifade eder. Bu, varlığın ve hakikatin zarar görmesini engellemek üzere sürekli faal olma durumudur. Dolayısıyla din, insanların zamanla bozduğu, yozlaştırdığı veya eksik bıraktığı hakikatleri onarmak, korumak ve tamamlamak için bir müdahaledir.

Dine Yüklenen Fazlalıklar: Sırtımızdaki Gereksiz Yükler

Tarihsel süreçte dinler, insan eliyle üretilen ve aslında özünde olmayan birçok yükle ağırlaşmıştır. İnsanlar, din adına kendilerine kaldıramayacakları kurallar, yasaklar ve ritüeller icat etmişlerdir. Yalnızca Yaratıcı’ya ait olan “haram kılma” yetkisi, zamanla din adamları veya ruhban sınıfları tarafından kullanılmış, bu durum hayatı karmaşıklaştıran ve yaşanmaz kılan bir fazlalıklar yığını oluşturmuştur.

Bu fazlalıklar, bireyin psikolojisinde derin yaralar açabilir. Örneğin, doğal bir iletişim biçimi olan göz temasından kaçınmayı bir dindarlık ölçütü olarak benimseyen biri, zamanla sosyal anksiyetelerle boğuşan, iletişim kuramayan ve psikolojik destek arayan “hasta bir birey” haline gelebilir. Benzer şekilde, ibadetlerdeki detaylara yönelik aşırı hassasiyet, kişiyi obsesif bir takıntıya sürükleyebilir. Hayatı kolaylaştırması ve insanı özgürleştirmesi gereken din, bu tür fazlalıklarla bir zulme, sırtımızdan atamadığımız bir yüke dönüşebilir. Gerçek dinin amacı ise, insanın sırtını bir enkaza çeviren bu yükleri kaldırmak, hayatı daha rafine ve yaşanabilir kılmaktır. İnsanı hareket edemez hale getiren bu zihinsel ve ruhsal kelepçelerden kurtarmaktır.

Dinden Eksiltilenler: Kaybedilen Evrensel Erdemler

Madalyonun diğer yüzünde ise dinden eksiltilen, yani dinin asıl ruhunu oluşturan unsurların kaybolması sorunu vardır. Belki de en temel eksiklik, “kendin için istediğini başkası için de isteme” erdeminin yitirilmesidir. Bu altın kural unutulduğunda, din evrensel ve kucaklayıcı doğasını kaybederek kendi mensuplarını koruyan, diğerlerini ise ötekileştiren bir ideolojiye dönüşür. Böyle bir din anlayışı, “Cennete sadece biz gireriz” gibi dışlayıcı iddialarla ortaya çıkar ve dünyayı bir barış yurdu (“dârisselâm”) yapma idealinden uzaklaşarak, insanları bölen ve birbirine düşman eden bir araca dönüşür.

Oysa dinin asıl amacı, bireye anlam, topluma ise adalet sunmaktır. Bu adalet ve anlam, tüm insanlığı kapsadığında gerçek değerine ulaşır. İyiliği sadece kendi grubuna hasreden bir anlayış, yaşamda derin bir boşluk yaratır. İşte sonradan gelen ilahî mesajların amacı, önceki dinlerde eksiltilen bu evrensel kucaklayıcılığı ve adaleti yeniden tamamlamaktır.

Dinin Vaadi: Anlam, Umut ve Daha Kaliteli Bir Yaşam

Peki, tüm bu eksik ve fazla unsurlardan arındırılmış bir din, modern insana ne vaat eder?

  1. Anlam ve Umut: Din, insanın varoluşsal anlam arayışına cevap verir. Yaşamın değişkenliği içinde, en zor anlarda bile umudu besleyerek insanı hayata bağlayan bir yaşam enerjisi sunar. Üzüntülerin de sevinçlerin de geçici olduğunu, geleceğin şu andan daha iyi olabileceği umudunu aşılayarak insanı intiharın eşiğinden alır ve onu yaşamın etkin bir faili haline getirir.
  2. İletişim ve Hoşgörü: Gerçek bir dindarlık, insanı diğerlerinden soyutlamaz, aksine onlarla sağlıklı bir iletişim kurmaya teşvik eder. Başkalarının inançlarına ve yaşam tarzlarına saygı duymayı, toksik ilişkilerden kaçınırken insanlara huzur vermeyi öğretir. Kişinin kalbinde başkalarına karşı beslediği kin, öfke ve haset gibi duyguları temizler. Bu, farklılıkların bir arada saygı içinde yaşadığı bir “rıza toplumu” veya “çoğulculuk” idealidir.
  3. Akıl ile Uyum: Din, insanın içindeki akıl ile dışındaki vahiy arasında bir çatışma yaratmaz. Aksine, insanın içindeki “akıl peygamberi” ile dışındaki peygamberin aynı kaynaktan beslendiğini ve birbiriyle örtüşmesi gerektiğini savunur. Düşünce özgürlüğünü, canı, malı ve onuru koruma altına alarak yaşamı en iyi formda örgütlemeyi hedefler.

Sonuç olarak, dinin insan yaşamındaki değeri, onu daha müreffeh, konforlu ve anlamlı bir alana taşıma potansiyelinde yatar. Bir doktorun hastayı mevcut durumdan daha iyi bir hale getirme çabası gibi, din de insan hayatını olduğu halden daha ileriye taşımalıdır. İnancın kalitesini ölçecek bir “imanometre” varsa, bu, kişinin çevresiyle kurduğu ilişkide saklıdır: Etrafımızdaki insanlara ne kadar hoşgörülüyüz? Onlara huzur mu veriyoruz, yoksa bir gerilim kaynağı mı oluyoruz? Başkalarının bizden şikayetçi olduğu bir dindarlık, özünde bir sorun taşıyor demektir. Gerçek iman, kişinin hem kendi vicdanında, hem başkalarının tanıklığında, hem de ilahî kat’ta kabul gören bir iyilik halidir.

İlgili videoya aşağıdan ulaşabilirsiniz.

Paylaş

İstanbul Okulu

İstanbul Okulu

İstanbul Okulu; dinî ve felsefî pek çok meseleyi uzman konuklarla ele almayı hedefleyen yepyeni bir YouTube kanalıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Kategoriler

Görüş ve önerileriniz için bizimle iletişime geçebilirsiniz.