Günümüz dünyasında sıkça duyduğumuz “İslam iktisadı” ve “İslami finans” gibi kavramlar, pek çok kişi tarafından İslam’ın doğuşundan bu yana var olan, köklü ve değişmez yapılar olarak algılanır. Ancak bu yaygın kanının aksine, bu terimler aslında tarihsel olarak oldukça yeni, modern dönemin ihtiyaç ve arayışları neticesinde ortaya çıkmış kavramlardır. Bu kavramların doğuşunu ve günümüzdeki uygulama sorunlarını anlamak, bizi kaçınılmaz bir şekilde bir yöntem tartışmasının merkezine götürür: İslam’ın ekonomik ilke ve yasaklarını yorumlarken, tarihsel kalıplara mı (şekle) yoksa eylemin kendisine ve sonuçlarına mı (öze) odaklanmalıyız?
Modern Bir Kavramın Tarihsel Kökleri
“İslam iktisadı” fikrinin temelleri, 19. ve 20. yüzyıllarda Müslüman toplumların yaşadığı büyük buhranlara dayanır. Osmanlı gibi büyük imparatorlukların askeri, siyasi ve ekonomik olarak gerilemesi, Müslüman aydınlar arasında derin bir sorgulamayı başlattı. “Nerede yanlış yapıyoruz?” sorusuna verilen cevaplardan biri, İslam’ı kavrayış ve yaşayış biçiminde sorunlar olduğu yönündeydi. Bu durum, İslam’ı hayatın her alanına hâkim kılmayı hedefleyen “İslamcılık” düşüncesini doğurdu.
Bu düşünce, özellikle 20. yüzyılda Hindistan alt kıtasında Pakistan’ın kuruluş tartışmalarıyla somut bir boyut kazandı. Müslümanlar için ayrı ve bağımsız bir devlet kurulması gerektiğini savunanlar, bu tezi güçlendirmek için İslam’ın her alanda kendine özgü ve başka hiçbir sistemle birleşemeyecek (sentezlenemeyecek) bir yapıya sahip olduğunu öne sürdüler. Tıpkı İslam inancının diğer inançlardan kesin çizgilerle ayrıldığı gibi, Müslümanların siyaseti, hukuku ve ekonomisi de tamamen özgün olmalıydı. İşte “İslam iktisadı” ve “İslami finans” kavramları, bu siyasi ve kimliksel ayrışma ihtiyacının bir tamamlayıcısı olarak güç kazandı ve yaygınlaştı.
Yöntemdeki Çatallanma: Atın Dişini Saymak mı, Metinleri Okumak mı?
Bu özgün ekonomik yapıyı kurma çabası, İslam düşünce tarihinde var olan iki farklı metodolojik yaklaşımı karşı karşıya getirdi. Bu yaklaşımlar arasındaki farkı, aydınlanma düşünürlerinden Francis Bacon’a atfedilen bir hikâye mükemmel bir şekilde özetler: Orta Çağ’da bir manastırda din adamları, atın ağzındaki diş sayısını dini ve felsefi metinlere (Aristo’ya) bakarak aylarca tartışırlar. Genç bir keşişin, “Dışarıdan bir at bulup ağzını açıp saysak?” şeklindeki basit ve pratik önerisi ise küfür olarak görülüp şiddetle reddedilir. Çünkü o düşünce sisteminde bilgi, kutsal kabul edilen metinlerden türetilmeliydi; tecrübeye ve gözleme dayalı bilgi meşru değildi.
Bu hikâye, günümüz İslami finans tartışmalarındaki temel ayrımı gözler önüne serer:
- Olguya ve Akla Dayalı Yöntem: Bu yaklaşım, bir olgunun (örneğin modern bir finansal işlemin) ne olduğunu anlamak için öncelikle o olgunun kendisini, doğasını ve işleyişini inceler. Tıpkı Kur’an’ın “göklerin ve yerin yaratılışında akıl sahipleri için ayetler (deliller) vardır” diyerek bizzat varlığın kendisini bir bilgi kaynağı olarak göstermesi gibi, bu yöntem de ekonomik gerçekliği bir “ayet” gibi okumayı önerir. Hanefi-Maturidi geleneğinde görülen ve aklı, kıyası, istihsanı (hükümde daha güzel olanı tercih etmeyi) öne çıkaran bu bakış açısı, “atın dişini saymayı” meşru görür.
- Şekle ve Kalıba Dayalı Yöntem: Selefi düşünceye daha yakın olan bu yaklaşım ise çözümü, modern olguları anlamaktan ziyade, onları tarihsel fıkıh metinlerinde tanımlanmış kalıplara (satım, kira, vekalet vb.) uydurmakta arar. Eğer bir işlem, şekilsel olarak bu kalıplardan birine benzetilebiliyorsa, özünün ne olduğu ikinci planda kalır. Bu, “atın dişini saymak yerine, eski metinlerde ne yazdığına bakmayı” tercih eden yaklaşımdır.
Şekilciliğin Pratik Sonuçları: Kılıfına Uydurmak
İslami finans alanında yaşanan ve bir türlü aşılamayan pek çok tartışmanın temelinde, ikinci yöntemin baskınlığı yatar. Modern dünyanın karmaşık finansal araçları, bu yöntemle ele alındığında, çoğu zaman özden uzaklaşan ve “hile-i şeriyye” (şeriata uygun kılıf bulma) olarak nitelendirilebilecek karmaşık yapılar ortaya çıkar.
Örneğin, bir katılım bankasının kredi kartı uygulamasını meşrulaştırmak için geliştirdiği formül buna tipik bir örnektir. Müşteri kartla bir ürün aldığında, aslında iki ayrı ve anlık sözleşme yapmış sayılır: Önce bankanın vekili olarak ürünü banka adına satın alır, hemen ardından aynı ürünü bankanın vekili olarak bu kez vadeli bir şekilde kendine satar. Yapılan iş, özünde bankadan alınan bir borcun mal üzerinden vadeli olarak geri ödenmesidir. Ancak bu öz tartışılmaksızın, işlem “vekalet” ve “murabaha (vadeli satış)” kalıplarına sokularak meşruiyet kazanır.
Daha basit bir örnekle: Bir kişiye 100 TL verip, “Bu kitabı sana 100 TL’ye peşin sattım” dedikten sonra, kitabı geri alıp “Aynı kitabı senden bir yıl vadeyle 150 TL’ye satın alıyorum” demek, şeklen iki ayrı alım-satım işlemidir. Ancak özünde, yıllık %50 faizle 100 TL borç alıp vermekten başka bir şey değildir. İşte bu şekilcilik, İslam’ın yasakladığı haksız kazanç ve sömürü ruhundan “arkadan dolaşarak” kaçınmaya çalışırken, aslında tam da o ruhu zedeleyen sonuçlar doğurur.
Paranın Değişen Doğası ve Enflasyon Açmazı
Bu yöntem sorununun en net görüldüğü alanlardan biri de para ve faiz tartışmasıdır. Fıkıh kitaplarındaki hükümler, yazıldıkları dönemin parası olan altın ve gümüş gibi “mal para” esasına dayanır. Oysa günümüz parası, kendiliğinden bir değeri olmayan, devlet otoritesine dayalı itibari (fiat) bir paradır.
Bu temel nitelik farkını göz ardı edip eski hükümleri doğrudan uygulamaya çalışmak, bizi enflasyon karşısında çaresiz bırakır. Bir yıl önce 100 TL borç veren birine, bugün alım gücü yarıya düşmüş olan aynı 100 TL’yi geri vermek, şeklen “aldığını aynıyla ödemek” gibi görünse de, özünde büyük bir adaletsizliktir. Çünkü paranın asıl işlevi ve özü, temsil ettiği “satın alma gücü”dür.
İlginçtir ki, bu öze odaklanan yaklaşımın kökleri yine İslam fıkıh tarihinde mevcuttur. Hanefi imamları arasında, tedavülden kalkan bir para birimiyle verilen borcun nasıl ödeneceği tartışıldığında, “borcun verildiği tarihteki satın alma gücünü karşılayacak başka bir parayla ödenmesi gerektiği” yönünde görüşler ortaya konmuştur. Bu, paranın şekline değil, özüne, yani alım gücüne odaklanan bir bakış açısıdır ve günümüzdeki enflasyon farkının faiz olmadığı yönündeki fetvaların da temel dayanağını oluşturur.
Sonuç: “İslami Ispanak” Olmaz, Helal Ispanak Olur
Nasıl ki “İslami ızgara” ya da “İslami ıspanak” diye bir kavram yoksa, İslam iktisadı da kendine özgü, izole bir yemek tarifi değildir. Önemli olan, ıspanağın içinde haram bir madde (domuz yağı gibi) olmamasıdır; pişirme tekniğinin Yunan, Alman veya Türk usulü olması fark etmez. Benzer şekilde, ekonomik faaliyetlerin de amacı, şekilsel olarak belirli kalıplara uymak değil, İslam’ın temel ahlaki ilkeleri olan adalet, hakkaniyet, sömürünün ve belirsizliğin önlenmesi gibi esaslara uygun olmasıdır.
Çözüm, modern ekonomik gerçekliği bir tabu gibi görüp ondan kaçmakta ya da onu zorla eski kalıplara sığdırmaya çalışmakta değildir. Çözüm, o “atın dişini sayma” cesaretini göstermekte, yani ekonomik olguları dürüstçe analiz edip anlamakta ve sonrasında evrensel İslami ilkelerin bu gerçekliğe nasıl adil bir şekilde uygulanacağını araştırmaktadır. Aksi takdirde, şekle takılıp kalırken özü, yani adaleti ve ahlakı kaybetme riskiyle daima yüz yüze kalacağız.


