Karl Marx’ın “Din, halkın afyonudur” sözü, modern düşünce tarihinde din eleştirisinin en bilinen sloganlarından birine dönüşmüştür. Genellikle dinin, bireyi ve toplumu uyuşturan, gerçek sorunlardan uzaklaştıran ve pasifize eden bir güç olduğunu iddia etmek için kullanılır. Ancak bu ifade, bağlamından koparıldığında, Marx’ın analizinin derinliğini ve dinin ikili doğasını gözden kaçırma riski taşır. Zira Marx, aynı metinde dini, “kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhu” ve “mazlum varlığın iç çekişi” olarak da tanımlar. Bu bakış açısı, dinin hem bir teselli aracı hem de bir protesto potansiyeli taşıdığını gösterir. Asıl soru, dinin özünde ne olduğu değil, tarihsel süreçte nasıl bir işleve büründüğüdür.
Eleştirinin Odağı: Uyuşturan mı, Harekete Geçiren mi?
Marx’ın eleştirisi, temelde, var olan toplumsal kötülüklere ve adaletsizliklere karşı mücadele etmek yerine, onlara “tahammül etmeyi” öğreten bir din anlayışına yöneliktir. Eğer din, yoksulluğu, sömürüyü ve baskıyı ilahi bir kader olarak sunuyor ve insanlara bu dünyadaki acılarına karşılık öte dünyada bir ödül vadederek onları eylemsizliğe itiyorsa, o zaman bir afyon işlevi görüyor demektir. Bu, acıyı dindiren ama hastalığı tedavi etmeyen bir uyuşturucu gibidir. Bu yorum, dinin tarih boyunca egemen güçler tarafından nasıl araçsallaştırıldığını gözler önüne serer. Emevilerin, kendi iktidarlarını “Allah’ın kaderi” olarak meşrulaştırması veya Orta Çağ Kilisesi’nin Araf gibi kavramlarla kitleleri kontrol altında tutması, bu araçsallaştırmanın somut örnekleridir.
Ancak dinin bu yorumu, onun başlangıçtaki devrimci ve dönüştürücü potansiyelini görmezden gelir. Kur’an-ı Kerim’in ilk vahiylerine bakıldığında, mesajın odağında toplumsal bir devrim çağrısı olduğu görülür. Bu çağrının temelinde, zihinsel ve ruhsal bir arınma (“katarsis”) yatar. “Ey örtüsüne bürünen, kalk ve uyar!” (Müddessir 1-2) emri, bireyi pasif bir inzivadan çıkarıp toplumun kalbine, yani sorunların merkezine yerleştirir. Bu uyarının içeriği ise nettir: Kölelere özgürlük (fekkû rakabe) ve açlık gününde muhtaçları doyurmak (it’âmun fî yevmin zî mesgabe). Bunlar, ruhani olduğu kadar somut, sosyo-ekonomik hedeflerdir ve mevcut adaletsiz düzeni kökünden sarsmayı amaçlar.
Putları Kırmak: Güç Tekellerine Başkaldırı
İslam’ın ilk dönemindeki “putları kırma” eylemi, sadece taştan ve tahtadan heykellere karşı bir tavır değildi. Bu, aynı zamanda o putların temsil ettiği güç tekellerine karşı bir başkaldırıydı. Cahiliye Arabistanı’ndaki Lat, Menat ve Uzza gibi putlar, toplumsal hayatı tekelinde tutan belirli güçleri simgeliyordu:
- Lat: Dini otorite tekelini,
- Menat: Finansal sistem ve sermaye tekelini,
- Uzza: Siyasi iktidar ve güç tekelini temsil ediyordu.
Bu putlara tapmak, aslında bu tekellerin egemenliğini kabul etmek anlamına geliyordu. Kur’an’ın bu putları reddetmesi, dini, finansal ve siyasi gücün belirli kabilelerin veya zümrelerin elinde toplanmasına karşı radikal bir itirazdır. Bu, gücün ve imkanların halka iade edilmesini savunan, özünde devrimci bir duruştur.
Değişimden Dönüşüme: Ruhun Kayboluşu
Peki, böylesine dönüştürücü bir potansiyele sahip olan din, nasıl oldu da zamanla bir “afyon” olarak nitelendirilebilecek bir yapıya büründü? Cevap, “değişim” ile “dönüşüm” arasındaki farkta yatmaktadır. Değişim, bir gecede gerçekleşebilen, dışsal ve yüzeysel bir olgudur. Bir rejimin devrilmesi, yeni bir yasanın çıkması bir değişimdir. Dönüşüm ise bir nesil gerektiren, içsel, psikolojik ve derin bir süreçtir.
İlk Müslüman toplumunda birçok insan değişmiş, ancak hepsi tam anlamıyla dönüşmemiş olabilir. Bu nedenle, Peygamber’in vefatından sonra eski kabilecilik, iktidar hırsı ve çatışma dinamikleri yeniden yüzeye çıkabilmiştir. Devrimci ruh, zamanla devletin ve iktidarın kontrol aygıtlarından biri haline gelmiş, egemenlerin meşruiyet aracı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bedenler ve zihinler üzerinde egemenlik kurmayı hedefleyen “biyopolitika”nın bir enstrümanı haline gelen din, kitleleri harekete geçiren bir güç olmaktan çıkıp, onları kontrol altında tutan bir mekanizmaya evrilmiştir.
Sonuç olarak, Marx’ın “din halkın afyonudur” tespiti, dinin özüne dair mutlak bir hakikat değil, onun tarihsel bir dönemde büründüğü role dair güçlü bir eleştiridir. Bu eleştiri, dinin egemen güçler tarafından nasıl istismar edildiğini anlamak için değerli bir anahtar sunar. Ancak dinin, özellikle başlangıç noktasında, adaletsizliğe, sömürüye ve güç tekellerine karşı çıkan, ezilenin ve mazlumun yanında saf tutan devrimci bir ruh taşıdığı da tarihsel bir gerçektir. Bu nedenle asıl mesele, dini toptan reddetmek değil, onu uyuşturan bir afyon olmaktan çıkarıp, “kalpsiz dünyanın kalbi” olma potansiyelini yeniden keşfetmektir.
İlgili videoya aşağıdan ulaşabilirsiniz.


