Tüm varlık alanlarının dayanağı olarak kabul edilen Allah kavramı, insanlık tarihi boyunca hem felsefi düşüncenin hem de dini inancın en temel meselesi olmuştur. Bu kavramı anlamlandırma çabası, kelimenin kökeninden başlayarak, O’nun varlığı ve insanla olan ilişkisine dair derin bir tefekkürü beraberinde getirir. Allah kelimesi, etimolojik olarak “ilah” kelimesine “el-” takısının eklenmesiyle oluşan “el-İlah”tan gelir. Kökenindeki “elihe” fiili, yücelik, bilinmezlik ve doğrudan idrak edilememe gibi anlamlar barındırır. Bu durum, hakkında konuşulan varlığın fiziksel dünyanın ötesinde, aşkın (transandantal) bir doğaya sahip olduğuna işaret eder.
Kavramın İçeriğini Doldurmak: Sıfatlar ve İnsan Tasavvuru
Allah’ı bir isim olarak anmak, O’nun mahiyetini anlamak için yeterli değildir. Bu ismin içeriğinin nasıl doldurulduğu, O’na dair tasavvurun temelini oluşturur. İslam düşüncesinde bu içerik, Allah’ın sıfatları aracılığıyla tanımlanır. Örneğin, “Bismillahirrahmanirrahim” ifadesi, “Allah” ismini hemen “Rahman” ve “Rahim” sıfatlarıyla nitelendirerek, O’nun varlığının özünde merhamet ve şefkatin bulunduğunu beyan eder. Bu, O’nunla kurulacak ilişkinin temel kodlarını verir.
Ancak insan, kendi zihin dünyasından ve tecrübelerinden bağımsız değildir. Bu nedenle, Allah tasavvuru kolaylıkla tahrif edilebilir veya kişisel arzularla şekillendirilebilir. Zulme uğramış birinin, kendi acizliğinin aksine, her şeye gücü yeten ve anında intikam alan bir tanrı arzulamasında olduğu gibi, insan, kendi beklentilerini Allah’a yansıtma eğilimindedir. Kur’an-ı Kerim, “Sübhanallahi ammâ yesifûn” (Allah, onların vasıflandırdıklarından münezzehtir) uyarısıyla, bu tür beşerî ve eksik tanımlamalara karşı ilahi bir sınır çizer.
Aşkınlık ve İlişki: Uluhiyet ve Rububiyet
Allah kavramının merkezinde bir ikilik bulunur: O, hem mutlak anlamda aşkın hem de varlıkla sürekli ilişki içindedir. Aşkınlığı, Kur’an’daki “Hüve” (O) zamiriyle ifade edilir. “O”, bizimle aynı fiziksel düzlemi ve zamanı paylaşmaz. Zaman, varlıkları eskitir ve yıpratırken, Allah zamanın ve onun getirdiği yasaların tamamen dışındadır.
Bu aşkınlık (Uluhiyet), O’nun varlıkla ilgisiz olduğu anlamına gelmez. Tam tersine, evreni yaratan İlah, onunla ilgilenmeye, onu terbiye etmeye ve geliştirmeye başladığında Rab olur. Bu Rububiyet ilişkisi, bir annenin çocuğuyla kurduğu bağa benzer. Anne, çocuğu sadece doğurmakla kalmaz; onu besler, korur, sevgi ve şefkatle yetiştirir. Benzer şekilde, Allah da yarattığı evrenin ve özellikle insanın yetkinleşmesi, kendine ve çevresine olumlu katkıda bulunması için yol gösterir. Vahiy ve peygamberlik kurumları, bu Rububiyet ilişkisinin en somut tezahürleridir.
Bilginin Sınırları ve Aklın Rolü
Peki, duyularla idrak edilemeyen ve tam olarak kavranamayan bir varlık hakkında konuşmak ve O’nu bilmek mümkün müdür? Bu soruya verilen cevap, İslam düşüncesini diğer geleneklerden ayıran en kritik noktalardan biridir. Bazı felsefi ve teolojik yaklaşımlar, “Allah’a inanılır, bilinmez” diyerek aklın sınırlarının bittiği yerde imanın başladığını savunur.
İslam düşüncesi ise bu ayrımı reddeder. İnancın sınırları, aklın sınırlarıyla örtüşür. Muhammed Suresi’nin 19. ayetindeki “Fa’lem ennehû lâ ilâhe illallah” (Bil ki, Allah’tan başka ilah yoktur) emri, imanın temelinin zan veya kör bir teslimiyet değil, “bilgi” (ilm) olduğunu açıkça ortaya koyar. Bilgiye dayanmayan bir inanç, Kur’an’ın “zan” olarak nitelediği temelsiz bir kabulden öteye geçemez.
Akıl: Allah’ın Yeryüzündeki Terazisi
Eğer Allah bilgiyle bilinecekse, bu bilginin aracı nedir? Bu noktada İslam düşünürleri, özellikle de Mâturîdî geleneği, tereddütsüz bir şekilde “aklı” işaret eder. Akıl, tecrübenin ve duyuların yanılgıya açık olduğu noktada devreye giren denetleyici ve düzeltici bir unsurdur. Tıpkı ufukta birleşiyormuş gibi görünen tren raylarının aslında paralel olduğunu bilmemiz gibi, akıl, duyusal algının ötesinde rasyonel doğrulara ulaşmamızı sağlar.
Bu nedenle akıl, denetlenen değil, denetleyendir. Bu ilke o kadar temeldir ki, vahiyde bir hüküm başka bir hükümle değişebilirken (nesh), temel bir akli ilke başka bir ilkeyle ortadan kaldırılamaz. Bu bağlamda Gazâlî ve Zekeriyya er-Râzî gibi düşünürlerin dile getirdiği şu ifade, meselenin özünü ortaya koyar: “el-Aklu mîzânullâhi fi’l-ard” (Akıl, Allah’ın yeryüzündeki terazisidir).
Bu, aklı ilahlaştırmak değil, tam aksine, Allah’ın insanı yaratırken O’nu doğru tanıyabilmesi, tartabilmesi ve O’nun hakkında doğru kararlar verebilmesi için bahşettiği kutsal bir yetiyi teslim etmektir. Allah, duyusal tecrübeyle değil, bizzat kendi verdiği bu teraziyle, yani akılla tartılmak ve anlaşılmak ister.
Sonuç olarak, İslam’ın sunduğu Allah tasavvuru, korku ve kör teslimiyete dayalı bir bilinmezlik değil; hayatı olumlayan, yapıcı ve insanı en değerli yetisi olan akılla düşünmeye davet eden bir yaratıcı kudrettir. Bu tasavvurda insan, evrenin pasif bir unsuru değil, aklını kullanarak yaratıcısını anlayan ve O’nunla anlamlı bir ilişki kuran aktif bir özne olarak konumlandırılır.
İlgili videoya aşağıdan ulaşabilirsiniz.


